Yargının siyaset üzerinde vesayet kurmaya çalışmasından kaynaklanan kriz, Türkiye'nin demokratik olgunluğu, medyanın çoğulculaşması ve anayasanın referandumla değiştirilmesiyle büyük ölçüde aşıldı. Lakin yargı krizi, yargının siyasi işlevden kurtarılmasından sonra, bu sefer kendi asli işi olan yargılama sıkıntılarıyla gündeme geldi. Uzun tutukluluk süresini kısaltmak için 2005'te yapılan ve 2011'de yürürlüğe giren CMUK'daki değişikliğin uygulanmasıyla, kamuoyunun takip ettiği kimi davalarda yaşanan tahliyeler kamuoyunu rahatsız etti. Medyanın bir kısmı, yüksek yargı ve muhalefet bu vesileyle, yargının işlevini yerine getirememesinden kaynaklanan krizi AK Parti aleyhine kullanılacak yeni bir siyasi krize dönüştürmeye çalışsa da, tartışılması gereken yargının kendisidir. Üstelik artık yargının siyasete müdahalesi değil, kendi işini yapamadığı iddiası tartışılıyor. Bu tartışmanın ne kadar yıkıcı olduğu, TSK'nın terörle mücadelesinin sorgulanması sonrasındaki yıpranmasında görülebilir. Yargı, 1960 darbesinden sonra bürokratik vesayetin ortaklarından biri olarak ortaya çıktı. Örgütlenmesi, ideolojisi ve tatbikatı bu ortaklığa göre şekillendi. Yargı artık siyaset karşısında özerk ve siyaset üzerinde denetleyici pozisyondaydı. Kendi içinde ise yüksek yargı kurumlarının karargâh ve kışla anlayışıyla yönetildi. Merkeziyetçi, bürokratik ve ideolojik bir grup, yargıyı yargı dışı siyasi bir mantıkla yönetti. Bu şekilde yargı, içeriden gelen bir hizip baskısıyla tarafsızlığını ve bağımsızlığını yitirdi. Yargı, her bürokratik ve merkeziyetçi yapıda olduğu gibi, hizmetin gerektirdiği yenilenmeyi ve değişim ihtiyacını kendi içinden gerçekleştiremedi. Meşruiyetini demokratik otoritelerden değil, bürokratik vesayet kurumlarından ve ideolojisinden aldığı için bir meşruiyet tartışması yaşamadı. Demokratik otoritelerin vatandaşların şikâyet ve talepleri ile modern değişmelere göre demokratik bir hukuk devleti istikametindeki bütün reform çalışmalarına karşı yargı bürokrasisi direndi. Yargı bürokrasisi bu dirençte ne kadar başarılı olduysa, o ölçüde kendini bir bataklığa hapsetti.
Yargının yenilenme ihtiyacı
Yargı hizmetlerinin verimli ve adil bir şekilde yerine getirilememesi karşısında böylece ne yargı içinden mesleki ne de yargı dışından demokratik bir çözüm üretilebildi. Hâlbuki hızla şehirleşen ve gelişen bir toplumun hukuk ihtiyacı giderek artıyordu. Bu problemler, mevzuat düzeyinde bir yenilenmeyi icap ettiriyordu. Siyaset kurumu bu yenilenmeyi başardı. 1920'lerde, 1930'larda yapılmış temel kanunlar değiştirildi. Hemen her vilayette büyük ve ihtişamlı yeni adliye sarayları inşa edildi. Ancak yargı bürokrasisi toplumun ve çağın icaplarına intibak edecek kurumsal değişikliğe ve zihniyet dönüşümüne direndi. Nüfus artışına paralel olarak hâkim ve savcı sayısının artırılması, Danıştay'ın siyasi gerekçelerle verdiği kararlarla engellendi. Yargıdaki merkezileşmenin yarattığı yığılmayı aşmak üzere kurulmak istenen adli ve idari bölge istinaf mahkemelerine karşı çıkıldı. Keza yargı karargâhlarının yeni üye ve dairelerle büyütülmesine, kontrolü elden kaçırma endişesiyle karşı çıkıldı. Bu şekilde yargı adeta içtihat kapılarını kapattı. Sorun çözme kabiliyetini kaybettiği gibi, bizatihi bir sorun kaynağına dönüştü. Böylece yeni adalet saraylarında, önceliği adalet değil siyaset olan yargı bürokrasisinin baskısı altında yargı, tarafsızlığını, bağımsızlığını ve misyonunu kaybetti. Türkiye demokratikleştikçe ve değiştikçe de yargı bürokrasisinin, yargı hizmeti dışındaki siyasi işlevi artmaya başladı. Yargının hukuka aykırı olarak edindiği siyasi işlevlerinin yarattığı yargı krizlerinin sonucunda 12 Eylül 2010'da yapılan referandumla anayasada yargı bürokrasisinin vesayetini sarsacak değişiklikler kabul edildi. Referandum sonucu oluşan yeni HSYK seçimleri yargıdaki bürokratik merkeziyetçi yapının birinci derece hâkim ve savcılar nezdindeki meşruiyet kaybını göstermişti. Şimdi 2005'te yapılmış ve 2011'de yürürlülüğe girecek tutuklama sürelerini dikkate almayarak Hizbullah davası sanıklarının salıverilmesine yol açan gelişmeler karşısındaki kayıtsızlık ve ileri sürülen argümanlardaki muhakeme hataları yüksek yargının çöküşünü ilan ediyor. Daha birkaç ay önce Erzincan'daki savcı İlhan Cihaner davasına Yargıtay'ın müdahale edişindeki acelecilik hatırlanınca, geciken adalet ve zaman aşımından düşen davalar daha da göze batıyor. Hele Yargıtay'ın örgütlü suçlarda 10 yıl tutukluluğu mümkün kılan yorumu, Türkiye'de yaşayan her vatandaş için dehşet vericidir. Yargı bürokrasisi, hâlâ adalet sarayını kendi üzerlerine yıktıklarının farkında değiller. Bir gazete bir yargı bürokratının konuyla ilgili açıklamasını "AK Parti'ye meydan okudu" diye vermiş, 10 yılda Hizbullah yargılamasını tamamlayamamış bir kurumun başındaki ismin seçilmiş demokratik hükümet karşısında böyle konuşabilmesi Türkiye'ye özgü bir garipliktir. Anlaşılan herkesin apaçık gördüğü gerçekleri yargı bürokrasisinin görmesi biraz daha zaman alacak.